Beni tanıyanlar bilir, çoğu zaman olaylara karşı pozitif yönde yaklaşan biriyimdir. Bu özelliğimle de her zaman övünmüşümdür. İnsanların birbirlerine karşı güç savaşlarını, anlamsız kaprislerini, içten pazarlıklı hallerini hayatımda hep en uzak yerlerde tutmayı özen gösteririm. Bu nedenle de kartlarımı hep açık oynarım.
Hayatımı insanlarla iletişim kurmaya, etkinliklere katılmaya, bakış açımı geliştirmeye, yeni yerler görmeye, yeni deneyimler yaşamaya kısacası ‘keşfetmeler’ üzerine kurmuş biriyim. Şanslıyım ki eşim de bu konuda benimle aynı frekansta ve yeni başladığımız bu yolda yaptığımız liste oldukça kabarık bir durumda…
Bu hafta size ‘Holstee Manifestosu’ndan bahsetmek istiyorum. Belki bir kısmınız bu ismi daha önce duymuş olabilirsiniz ama önce Holstee‘den bahsetmek uygun olacak sanırım…
ABD’nin San Francisco şehrinde yaşayan Michael Radparvar, Fabian Pfortmüller ve Dave Radparvar birlikte vakit geçirirken bir gün hayatlarından fazlasıyla sıkıldıklarını fark etmişler ve meşhur Union Square parkında oturdukları bir anda, yön vermek istedikleri yeni hayatlarına dair akıllarından geçenleri, o ana kadar yaşadıkları tecrübelerle birleştirip kâğıda dökmeye başlamışlar. Yazdıkları şeyleri bir araya getirdiklerinde ‘Holstee Manifestosu’ da bu şekilde doğmuş.
Holstee Manifestosu‘nun tam metni şu şekilde;
‘This is your life. Do what you love, and do it often. If you don’t like something, change it. If you don’t like your job, quit. If you don’t have enough time, stop watching TV. If you are looking for the love of your life, stop; they will be waiting for you when you start doing things you love. Stop over analyzing, life is simple. All emotions are beautiful. When you eat, appreciate every last bite. Open your mind, arms, and heart to new things and people, we are united in our differences. Ask the next person you see what their passion is, and share your inspiring dream with them. Travel often; getting lost will help you find yourself. Some opportunities only come once; seize them. Life is about the people you meet and the things you create with them, so go out and start creating. Live your dream, and wear your passion. Life is short.’
Ve internetteki Türkçe çevirilerinden biri;
‘Bu senin hayatın. Ne seviyorsan onu yap ve bunu sıklıkla yap. Eğer bir şeyi sevmiyorsan, değiştir. Eğer işini sevmiyorsan, bırak. Eğer yeterince vaktin yoksa, televizyon izlemeyi kes. Eğer hayatının aşkını arıyorsan, dur; sevdiğin işleri yapmaya başladığında seni bekliyor olacak. Fazla analiz yapmayı kes, hayat basittir. Her son lokmanı yiyip, değerini bildiğinde bütün duygular güzeldir. Aklını, kollarını ve kalbini yeni şeylere ve insanlara aç, farklılıklarımızla birleşiriz. Yanında gördüğün ilk insana tutkusunun ne olduğunu sor ve ilham verici hayalini onunla paylaş. Sık sık seyahat et, kaybolmak kendini bulmana yardım edecek. Bazı fırsatlar bir kez gelir, onları yakala. Hayat tanıştığın insanlarla ve yarattığın yeni şeylerle ilgili, bu yüzden çık ve yaratmaya başla. Hayat kısa. Hayalini yaşa ve tutkunu paylaş.’
Bu metnin basılı hali 500 bin kopyaya ulaşmış, hatta internetteki paylaşım sayısı 60 milyonu geçmiş. Ne rakam değil mi! Fabian, Michael ve Dave, en bıkkın zamanlarında insanlığın ortak yaralarını ve paydalarını bulmuşlar. Ben ilk kez internette gördüğüm an hem tasarım olarak hem de içeriği ile hoşuma gitmişti. Hatta bir süre masaüstü resmi olarak kullanmıştım.
Hepimiz farklı sosyal hayatlara sahibiz. Gün içerisinde ev, iş ve hayatla ilgili diğer koşuşturmacalar derken, çoğu zaman nereye doğru gittiğimizi fark etmez bir haldeyiz. Günün yoğunluğunun ardında kendimizi eve atmanın rahatlığını hissederken, önümüze sunulan sosyal hayatı filtrelemeden cömertçe yaşamayı tercih ediyoruz.
Eğlenceli ama saçma sapan yarışmalar, gereksiz bir ton konuyu barındıran televizyon dizileri derken kendimizi geliştirmeye bir türlü fırsat bulamıyoruz. Daha doğrusu şimdi sorsam, eminim ‘vakit bulamıyorum, ne ara yapacağım farklı şeyleri’ diyeceksiniz önce kendinize sonra bana yüksek sesle…
Hayatın kıymetini bilemediğimizi nedense yaşlarımız ilerlediğinde sıkça fark etmeye başlıyoruz. ‘Şimdi’ nasihat gibi gelen bu söylemleri de pek kaale almamayı tercih ediyoruz. En sevdiğiniz yemekten aldığınız bir lokmanın şöyle tadını çıkarmak gibisi var mı? Ya da sevdiklerinizle birlikte gülüp eğlendiğiniz anların? Ya da en sevdiğinizle güneşin doğuşunu seyretmenin size verdiği anın tadını veren başka bir an… O halde bunları yaşamak için kendimize fırsatlar yaratmamız ve yaşadığımız anlarda ise keyfini çıkarmamızın gerektiğini anlamamız için ayrıca tüm olayları yazmanın manası yok diye düşünüyorum.
Çoğu zaman yoğun çalışan bizler, şehir dışına çıktığımız an ruh halimizin değiştiğini hissetmiyor muyuz? Ya da uzun süredir keyif aldığımız bir şeyi yaptığımızda daha mutlu olmuyor muyuz?
O halde her şeye elimizden geldiğince pozitif yönde bakmamız, gün içerisindeki 24 saatin, 1440 dakikanın hatta 86400 saniyenin her birinin kıymetini bilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Hayat bizim hayatımız, kısa ve öz… Yaşamayı bilene…
(10 Aralık 2012 tarihinde Ereğli Bülteni internet sitesinde yer alan köşe yazarları bölümünde yayınlanan yazım)